Aslında mevcut tartışmada, AKP’nin dış politika tercihlerinin “idealist” denebilecek bir okumasının hâkim olduğu pekâlâ söylenebilir. Yani, AKP’nin özellikle son yıllarda Ortadoğu coğrafyasındaki siyasal ve sosyal türbülansa angaje olma şeklinin onun İslamî-muhafazakâr ideolojik-politik ajandasının dolaysız bir uzantısı olduğu hayli popüler bir yorum. Bu yorumlama biçimi, AKP’nin dış siyasetinin Kemalist cenaha göre “bağımsızlıkçı”, liberal cenaha göreyse “Batıcı” dış politika düzleminden ciddi bir kopuşa işaret ettiğini iddia ediyor.
Oysa üslûp, içerik ve yönelim farklılıkları ne olursa olsun, AKP dönemi dış politika öncelikleriyle Türk dış politikasının temel belirleyenleri arasında bir süreklilik ilişkisi olduğu rahatlıkla iddia edilebilir. Türk dış politikasının hiç değilse Soğuk Savaş döneminden itibaren aksı kabaca, a) Türkiye’nin Batı ittifakı açısından stratejik önemde olduğu iddiası ve b) bu “stratejik vazgeçilmezlik” aracılığıyla küresel hiyerarşide yükselme çabası olarak tarif edilebilir. Soğuk Savaş’ın nihayete ermesinin ardından, ABD açısından SSCB’yi çevreleme önceliğinin ortadan kalkmış olması bu durumu değiştirmedi. Uluslararası siyasal sistemin “tek kutuplu” diye tarif edilen devrinde de Türkiye’nin Batı ittifakı açısından stratejik ehemmiyetinin azalmak bir yana artmış olduğunun ispatı ve bu önem dolayısıyla da Türkiye’nin bir “bölgesel güç” olma iddiası, Türk dış politikası açısından temel bir öncelik olmaya devam etti. Özal’ın “bir koyup üç alma” şeklindeki veciz ifadesiyle özetlenen “agresif” dış politika yaklaşımı, Demirel’in “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk Dünyası” ya da İsmail Cem’in “medeniyetler köprüsü” olarak Türkiye söylemiyle AKP döneminin İslam ülkelerine küresel sistemin öncelikleriyle uyumlu bir “model” sunma (“ılımlı İslam”) arayışı arasındaki mesafe sandığımızdan çok kısa.
Gayrimillî vesayetçi elite karşı alnı secde görmüş millet
Ancak, bu süreklilik içerisinde kimi mühim kopuş ya da süreksizlik unsurlarını da vurgulamak gerek. AKP’nin dış politika tez ve girişimlerinin iç politikasının bir uzantısı olduğu, dış politikadaki tercihlerle iç politika tercihlerinin iç içe geçtiği, bir bütün oluşturduğu haklı olarak vurgulanmakta. AKP’nin dış politikasının potansiyel ve kısıtlarını anlayabilmek için uygulanan harici siyasetle AKP’nin hegemonik projesi arasındaki bağlantılara odaklanmak şart. Bilindiği üzere, AKP’nin ülkedeki siyasal saflaşmayı “alnı secde görmüş” millet ve onun öz temsilcisi “AK Parti” ile “gayrimillî vesayetçi bürokratik elitler” arasındaki bir mücadele olarak tanımlaması, bu siyasal harekete aynı zamanda hem muktedir olma hem de mağdur görünme avantajını, hem de uzun süre, sağladı. AKP iktidardayken dahi “milletin” ve Türkiye'nin önünü kesen “vesayetçi” muktedirlere karşı mücadele ettiği argümanıyla geniş toplumsal kesimleri seferber edebildi, potansiyel muhalif söylemleri kendisine eklemleyebildi ya da pasifleştirebildi.
AKP'nin önemli bir başarısı, kökleri Türk milliyetçi muhafazakârlığının karanlık tarihinde bulunan bu argümanı demokrat ve “sivil” görünümlü yeni bir ambalajla, hatta bazen soldan tedarik edilmiş söylemsel kimi alet edevatla takdim edebilmesiydi. Böylece, geçmişte gayrimillî elitlerin, İttihatçı “gavurunun” ya da “dönmelerin” milletle devletin arasını açtığı, devleti milletten kopardığı şeklinde formüle edilen bu söylemi, çok daha geniş bir müşteri kitlesine arz edilebilecek şekilde modernize etti. Milliyetçi muhafazakârlığın sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kütle olarak tahayyül ettiği “milletin” otantik temsilcisi olunduğu iddiasındaki çoğunlukçu “demokrasi” söylemini, çarpıtılmış kimi popüler-demokratik taleplerle biraraya getirebildi. Bu şekilde AKP neoliberal-muhafazakâr otoriterizmini “demokratik devrim” söylemi ve edasıyla buluşturabildi. Böylece, bir yandan “piyasa reformları” aracılığıyla alt sınıfları siyaseten mülksüzleştirir, diğer yandan da milliyetçi muhafazakârlığın kadim “devlet-millet bütünleşmesini” gerçekleştirdiği iddiasında bulunurken sivilleşme ya da “demokratikleşme” sürecini yürüttüğü savında da bulunabildi.
Bu açıdan bakıldığında AKP hükümetinin Arap ayaklanmaları karşısında takınmış olduğu tutumla Türkiye’deki toplumsal ve siyasal değişimleri anlamlandırma biçimi arasında ciddi bir paralellik olduğunu belirtmek mümkün. AKP’nin Türkiye tarihi ve siyasal saflaşmalarına dair hegemonik projesine kaynaklık eden spesifik yorumunun dış politikaya teşmil edilmesi olarak tanımlanabilecek bir durumla karşı karşıyayız. AKP’nin dahilî siyasette tepe tepe kullandığı “statüko” ve “vesayet” gibi kavramlar işte bu bağlamda dış siyaset okumasının da parçası oldular. Davutoğlu’nun doktriner ifadesini verdiği bu yaklaşımda, artık “millî değerlerle barışık” bir siyasal iktidar mevcut olduğuna göre Türkiye’nin “tarihsel misyonu” olan rolü oynaması mümkündü. “Gayrimillî” vesayet rejiminin “AK Parti” iktidarıyla alaşağı olması neticesinde, Türkiye nihayet ait olduğu asıl medeniyete yabancılaşmışlıktan ve onun müsebbibi olduğu benlik bölünmesinden kurtulmuştu. Böylece, Türkiye artık Osmanlı’dan kendisine tevarüs eden medeniyet havzasında “at koşturabilecek”, Bosna’dan Myanmar’a uzanan geniş coğrafyada varisi olduğu Osmanlı bakiyesinin gereklerini yerine getirebilecektir.
Yüz yıllık parantezin kapanışı
İşte bu anlamda, AKP hükümetinin “Arap Baharı” sonrasında yaşadığı ciddi sıkışmanın önemli bir sebebinin, bu kültüralist/özcü okuma biçimi, yani bu süreci değerlendirmesini sağlayan düşünsel prizma olduğunu söylemek mümkün. AKP başından itibaren, Türkiye tarihine dair kendi spesifik okuma biçimini genelleştirerek “Arap Baharı”nı Müslüman milletin Batıcı-seküler otoriter rejimlere isyanı olarak değerlendirdi. Bu zaviyeden bakıldığında Arap ayaklanmaları geçen yüzyılda cereyan eden bir tarihsel “sapmanın” onarılması anlamına geliyordu. Yani AKP’ye göre, “Arap Baharı” Kemalizmin Arap versiyonlarının yıkılışıydı. Arap “Kemalizmlerinin”, yani Batıcı-seküler rejimlerin çözülüşü, iktidara Müslüman Arap milletlerinin “otantik” temsilcilerinin gelmesi anlamına gelecekti. Yüz yıllık “parantez” nihayet kapanıyordu. Tıpkı 2002’de AKP’nin yaptığı gibi, Batıcı elit tarafından milletten “çalınmış” devlet artık sahiplerine iade ediliyordu. Zaman zaman dile getirilen Türkiye’nin “baharını” 2002’de yaşadığı iddiasının ardında işte bu özcü/kültüralist yaklaşım vardı. “Arap Baharı” Mısır’da, Tunus’ta ya da Suriye’de (bilhassa AKP’ye yakın) İslamî akımları iktidara taşıyarak özlenen “devlet-millet buluşmasını” temin edecekti.
AKP saflarında bu “buluşmanın” (elbette şu ya da bu ölçüde Türkiye’nin mürebbiliğinde) gerçekleşmesi için uluslararası koşulların da müsait olduğuna dair bir kanaat hâkimdi. Buna göre, ABD’nin küresel hegemon güç konumundaki göreli gerileme nedeniyle açılan alan, pekâlâ Batı ittifakıyla imtiyazlı ilişkileri olan Türkiye tarafından doldurulabilirdi. Süreklilik başlığına dönersek, Türkiye zaten ta Özal devrinden itibaren bölgesel güç konumu edinmeye dönük denemelere girişmişti. Küresel hiyerarşide yükselme, bir başka deyişle emperyalist zincirde bir üst halkaya sıçrama arayışı, yukarıda da ifade edildiği üzere, Türk dış siyasetinin temel arayışlarından biri olmuştu. “Yeni Osmanlılık” tartışmalarının Özal döneminde açılmış olduğunu, hatta daha sonraları Dışişleri Bakanı olan İsmail Cem’in (Demokratik Sol Parti-DSP üyesi olarak) o güne değin izlenen Türk dış politikasında ortak Osmanlı geçmişinin ihmal edildiğinden yakındığını unutmamak gerek. ABD’nin “tek kutuplu momentten” çıkışı, çok kutuplu bir dünyaya geçiş, Obama yönetiminin Ortadoğu’dan “çekilişi”, Türkiye’nin manevra kabiliyetini artıran bir faktördü. Dolayısıyla, Türkiye’nin elbette Batı ittifakının açtığı alanda ve ona paralel bir “model” olarak hareket etmesi, bilhassa Arap ayaklanmalarının kışkırttığı altüst oluşta Batı ittifakının önceliklerine riayet eden bir mürebbi ve mürşit rolü oynaması pekâlâ olası ve kuşkusuz iştah açıcıydı.
Emperyal heveslerdeki zaaflar
AKP işte bu suretle ve bu yorumlayıcı şema aracılığıyla “Arap Baharı”nın doğal olarak ağabeyi olacağını sandı. Oysa “bölgedeki” çatışma dinamikleri ve çelişkiler bu “Batıcı, laik elitler-Müslüman ahali ve onun temsilcileri kamplaşması” şemasına indirgenemeyecek karmaşıklıktaydı. Hükümet örneğin, tam da bu doktriner yaklaşımıyla “Mısır milletinin otantik temsilcisi” saydığı İhvan’ın, iktidarda bulunduğu süreçte toplumsal destek ve gücünü hızla kaybettiğini göremedi, anlayamadı. Muhtemelen anlaması mümkün de değildi; zira Müslüman Kardeşler’i ülkedeki politik akımlardan sadece biri olarak değil, (tıpkı kendisi için vehmettiği gibi) milletin “alnı secde görmüş has evlatları” olarak görüyordu. Nasıl AKP (ve elbette bilhassa Erdoğan) “millî iradeyi” temsil ediyorsa, Mısır’da da Müslüman Kardeşler millet iradesinin tecessüm etmiş haliydi. Zaten demokrasi de milletin “bu” iradesinden başka bir şey olamazdı. Aynı şey Suriye için de geçerli. Bu ülke için de benzer bir okumaya (hatta onun mezhepçi bir varyantına) başvuran AKP, rejimin karşı karşıya geldiği ciddi meydan okumaya karşın ayakta kalmasını sağlayabilecek toplumsal tutamaklara sahip olabileceğini kavrayamadı. Bu nedenle de rejimin hızla çözüleceği varsayımına tutundu. Sonuç hüsran oldu.
Sözün özü, AKP hükümetinin Suriye ve Mısır’da yaşadığı yenilgiler basitçe birer hesap hatası değil, onun ideolojik perspektifinin, bölgedeki tarihsel sıfatını hak eden gelişmeleri “okuma” biçiminin bir sonucu. Hükümet çevreleri ve ona yakın kalem erbabı için “Arap Baharı” ancak yukarıda kabaca aktarılan çerçeveye sıkıştırıldığında, o “prizmadan” bakıldığında anlaşılır oluyor. Fakat, AKP’ye bir dönem bol bol şişinme vesilesi sağlayan bu “prizma” (o meşhur tabirle) “büyük Ortadoğu”daki sosyal ve siyasal dinamikleri (AKP’nin işine gelen) bir kutuplaşmaya indirgiyor. Her köşede bir başka “Kemalizm” keşfeden (“Kemalizmin” bu şema dahilinde bütünüyle tarih-dışı bir perspektifle ele alınışı başka, ama önemli bir konu) bu (olumsuz-dar anlamda) “ideolojik” yaklaşımın “hesap hatalarına” yol açması kaçınılmaz. Arap ayaklanmalarının Türkiye’nin yakın tarihinin belli bir yorumundan hareketle okunması, hatta bu (oldukça sorunlu) yoruma indirgenmesi, AKP’nin emperyal heveslerinin belki de en büyük zaaflarından biri oldu.
Tahammül edilen müttefik
Dahası, Arap ayaklanmalarıyla oluşan sarsıntıda küresel cihat hareketinin “İslam coğrafyasının” çeperinden merkeze taşınması ve kök salması, başta ABD olmak üzere Batı ittifakının önceliklerinde radikal bir değişimi tetikledi. Mesela, daha önce Suriye’de bir rejim değişikliğine şu ya da bu ölçüde hayırhah yaklaşan ABD, IŞİD’in yükselişi karşısında mevcut rejimin (ya da hiç değilse bir kısmının) ayakta kalmasını ciddi bir seçenek olarak değerlendirir oldu. Mısır’a dair esas kaygısı istikrar olan ABD, İhvan seçeneğine bir müddet yol verdiyse de neticede tercihini ülkedeki kadim müttefiki ordu yönünde kullandı. Dolayısıyla, Türkiye’nin öncelikleriyle Batı ittifakının öncelikleri arasındaki açı giderek daha görünür, daha göze batar hale geldi. Türkiye’nin zamanında “dönüş” yapamaması, elbette AKP’nin yukarıda anlatılan ideolojik prizmasıyla alakalı. IŞİD’in bölgedeki yükselişini dahi bir “Sünni ayaklanması” olarak görüp (dolaylı olarak da olsa) selamlayan, daha beteri Rojava karşısında IŞİD seçeneğini kendince hayırhah sayan bir hükümetin işi, hele hele Charlie Hebdo saldırıları sonrası oluşan uluslararası atmosferde iyiden iyiye zorlaştı.
Neticede, Türkiye’nin “sermayesi” bölgesel güç olmaya yetmedi. Bölgedeki gelişmeler AKP’nin “modellik” iddiasının cilasını söküp çıkardı. Türkiye Batı için “vazgeçilmez olmak bir yana, ancak “tahammül edilen” bir müttefik konumuna sürüklendi. AKP hükümetinin kendisini bölgedeki değişimin bir öznesi olarak pazarlama stratejisinin sınırlarına gelindiği açık. Ancak bu noktada bir hususu vurgulamak da elzem: AKP hükümetinin emperyal hevesleri sadece ideolojik tercihleri ve politik yöneliminden kaynaklanmıyor. Bir “bölge gücü” olma niyet ve emeli, kendine güveni pekişen, “bölgesel” iştahı kabaran Türkiye sermayesinin de stratejik bir tercihi. Bu anlamda, Türkiye siyasetinin giderek Ortadoğu eksenine oturması Türkiye kapitalizminin sermaye birikim dinamikleriyle ilişkili. 1980 sonrasında küresel neoliberal kapitalizme eklemlenmeyle beraber Türkiye kapitalizminin ve sermaye sınıfının pazar, sermaye ihraç ve ithali ihtiyacıyla bağlantılı olarak, Ortadoğu’ya ve eski Sovyet coğrafyasındaki Türkî cumhuriyetlere dönük “emperyal” bir siyasal perspektif şekillendi. Yukarıda da ifade edildiği üzere, en hararetli savunucusu Özal olan bu siyasal yönelim, o dönemde Türkiye’deki siyasal hegemonya krizinin elvermemesi ve sermaye içi mücadelelerin derinlik ve ölçeği açısından henüz o kadar kritik bir ihtiyaç olmaması nedeniyle hayata geçirilemedi.
2000’li yıllara gelindiğindeyse küçük ve orta ölçekli “mütedeyyin” burjuvazinin serpilmesi ve AKP’nin sermaye lehine güçlü bir hegemonik projeyi ortaya koyması, bu koşulları değiştirdi. Özellikle 2008 kriziyle birlikte Avrupa ihracat piyasası daralırken Ortadoğu’ya yönelme, AKP’nin, özellikle kendi “organik” burjuvazisi açısından, krizin etkilerini hafifletmeye yönelik en kritik hamlesi oldu. Arap ayaklanmaları sonrasındaysa bu çizgi iyice “agresif” bir mahiyete büründü. AKP iktidarı, Obama yönetiminin bölgeden kısmî çekilişiyle oluşan boşlukta bilhassa Müslüman Kardeşler’e angaje olan ve yeni “Arap Soğuk Savaşı” bağlamında giderek mezhepçi bir mahiyet kazanan bir politikaya yöneldi. Ancak bir “bölge gücü”, hatta bir emperyal aktör olmanın hiçbir altyapısal donanımına sahip olmadığı gibi, bu esnekliği de sergileyemeyen AKP’nin bir “model” olarak parladığı süreç hızla boşa çıktı. Ne Türkiye sermayesinin ne de AKP’nin kapasitesi (henüz) böyle iddialı bir misyon için yeterliydi.
Bölgesel güç olma hevesi baki
Ancak, bu stratejik yönelimi hayata geçirmek noktasında belki fazla “aceleci” ve “doktriner” yaklaşmış AKP’nin yaşadığı gerilemeler bu emperyal heveslerin ortadan kalkması anlamına gelmeyecek. AKP’nin duvara toslaması AKP iktidarı ve Türkiye sermaye sınıfı açısından ciddi bir hayal kırıklığı olsa da, Türkiye açısından bölge gücü olma, küresel hiyerarşide üste tırmanma emel ve yöneliminin değişeceğini düşünmek hata olur. Zira bu yönelimin kökeni “ideolojik” olmaktan çok ya da en azından onun kadar Türkiye kapitalizminin dinamikleriyle alakalı. Bu açıdan gerek Türkiye kapitalizmi, gerekse Türkiye sermayesinin kolektif aklı olarak Türkiye devleti açısından Ortadoğu’ya yönelik politikalar önemli bir faktör olmaya önümüzdeki dönemde de devam edecek.
Sonuç olarak, AKP dönemi dış politika tercihlerinin Türk dış politikasının tarihsel gelişimiyle ilişkisini mutlak mânâda bir kopuş ya da süreklilik terimleriyle izah etmek güç. Sürekliliği öne çıkaran yaklaşım, AKP dönemi dış politika tercihleriyle AKP’nin hegemonik projesi arasındaki içsel rabıtayı es geçmek gibi bir riski ihtiva ediyor. Kopuşu mutlaklaştıran bir yaklaşım ise AKP’nin dış siyasetiyle Türkiye kapitalizminin dinamikleri ve sermaye içi fraksiyonlaşma arasındaki içsel bağlantıları gözardı etme tehlikesini barındırıyor. Dolayısıyla, süreklilik içindeki kopuşa, kopuştaki sürekliliğe odaklanan daha nüanslı bir perspektife muhtacız.
1. İnsan Hak Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı (İHH) ve Özgür Gazze Hareketi İsrail'in Gazze'ye uyguladığı ambargoyu delmek, Gazze halkının ihtiyaçlarına dikkat çekmek amacıyla Mayıs 2010’da altı gemiyle Gazze’ye doğru yola çıkmıştı. 31 Mayıs’ta İsrail savunma kuvvetleri Akdeniz'de, gemilere müdahalede bulundu. Altı gemiden beşinde büyük bir olay olmazken, 800 yolcusu bulunan Mavi Marmara gemisinddokuz kişi İsrailli komandolar tarafından öldürüldü.